İnançlı İşlem

İNANÇ SÖZLEŞMESİ ve ŞARTLARI

İnançlı devir sözleşmesi, bir taşınmazın mülkiyetini devren kazanan kimsenin, mülkiyeti devredenle aralarında kararlaştırılan amaca göre kullanmayı ve gerektiğinde mülkiyeti devredene veya üçüncü bir kişiye devretmeyi taahhüt etmesi ve devredenin de bu taahhüde güvenerek taşınmazın mülkiyetini devretmesidir. Yargıtay’ın inançlı işlem tanımı, ‘inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemler’ şeklindedir. İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.

İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

İnançlı işlem hukuk sistemimizde düzenlenmemiştir ancak hem doktrinde hem de yargı kararlarında hukuki zemine oturtulmuştur. İnançlı işlemin temeli güven ilişkisine dayanmaktadır. İnançlı temlik bir borç ilişkisi sebebiyle teminat amaçlı yapılabileceği gibi başka amaçlarla yapılması da mümkündür. Devredilebilir nitelikteki tüm haklar inanç sözleşmesinin konusunu oluşturabilecektir. Dolayısıyla intifa hakkı, sükna hakkı gibi kişiye sıkı sıkıya bağlı hakların inançlı işlem sözleşmesinin konusu olması mümkün değildir.

İnançlı temlikle taşınmazı devralan kişinin mülkiyet hakkına ilişkin bütün yetkilere sahip olduğu ve inançlı temlik ile mülkiyeti devreden kişinin ise yalnızca mülkiyetin geri verilmesi çerçevesinde bir alacak hakkına sahip olduğu kabul edilmektedir. İnançlı temlik büyük ölçüde taşınmazlar için yapılmaktaysa da taşınırlar için de yapılması mümkündür.

Tapu Sicil Tüzüğü’nün 16/2. Maddesinde yer alan ‘İstem, tescili bozucu veya hükümsüz kılıcı kayıt ve şarta bağlanamaz’ hükmü sebebiyle inançlı temlik yoluyla taşınmaz mülkiyetinin devrine ihtiyatla yaklaşılmıştır. Ancak inançlı temlikin amacı, bir alacağın ödenmesi veya öngörülen başka bir amacın gerçekleşmesiyle taşınmazı iade borcunun doğmasıdır. Bu durum tapudaki tescilin kendiliğinden hükümsüz hale gelmesine sebebiyet vermeyeceğinden inançlı sözleşme ile mülkiyetin devrinin, şarta bağlanmış kabul edilmemesi gerekmektedir. İnanç sözleşmesi aynı zamanda mülkiyetinin devrinin hukuki sebebini oluşturmaktadır.

İnançlı temlik yoluyla taşınmazın devri, mülkiyet hakkına ilişkin tüm yetkileri sağladığından, taşınmazın devralan tarafından üçüncü kişiye devredilmesi halinde, devir geçerli olmakta ve üçüncü kişi mülkiyeti kazanmaktadır. Ancak inançlı temlikle taşınmazı devralan ve taşınmazın mülkiyetini devrettiği üçüncü kişi arasındaki ilişkinin muvazaalı olması halinde üçüncü kişiye karşı muvazaa sebebiyle tapu iptali davası açılabilecektir.

İnançlı işlemin varlığından söz edebilmek için inanç anlaşmasının olması ve devir işleminin yapılması gerekmektedir. İnanç sözleşmesi, tarafların hak ve borçlarını düzenleyen bağımsız bir sözleşmedir. Taraflar inanç sözleşmesinde, inançlı işlemin konusu, malın hangi şartlarda ve ne zaman inanana devredileceği, malın ne amaçla devredildiği hususlarında anlaşırlar. Bununla birlikte inançla sözleşmesi ile malı devralan kimsenin malı kullanım şekli ve yükümlülükleri konusunda da anlaşırlar.

İnançlı işlemin yapılma amacı, inanç sözleşmesinin kurucu işlevini oluşturmaktadır. Devredilen malın yönetimine ilişkin sınırlamalar, sınırlayıcı işlevini oluşturmaktadır. İnanç sözleşmesinin bozucu işlevi ise, inançlı işlemin sona erme halinin düzenlenmesidir. Türk Borçlar Kanunu’nda sözleşme serbestisinin benimsenmiş olması sebebiyle inanç sözleşmesinin geçerliliği de şekil şartına tabi değildir. Bununla birlikte Yargıtay, inançlı işleminin varlığının ispatı için yazılı delil olması gerektiğini kabul etmektedir. Dolayısıyla taraflı bir inanç sözleşmesi olduğunu ancak yazılı delille ispatlayabileceklerdir. Bu yazılı belgenin delil niteliğinde olabilmesi için tarafların imzalarını taşıması gerekmektedir. Ayrıca sözleşme serbestisi olmakla birlikte bir sözleşmenin hukuken geçerli olabilmesi için aranan ahlaka, hukuka, emredici kurallara aykırı olmama şartı inanç sözleşmeleri için de geçerlidir.

İnançlı işlemin bir diğer unsuru ise tasarruf işlemidir. İnançlı işlemin konusu malın devri, tasarruf işlemini oluşturmaktadır. Uygulamada buna ‘inançlı devir’ de denmektedir. Devir işlemi, taşınmazlar bakımından taşınmazın devrinin tesciliyle, taşınırlar bakımından ise ayni sözleşme ve zilyetliğin devriyle gerçekleşmektedir.

Kanunda düzenlenmemiş olan inançlı işlem uygulamada ‘saf inançlı işlem’ ve ‘karma nitelikte inançlı işlem’ şeklinde tasnif edilmektedir. Saf inançlı işlemler, inananın veya inananın belirlediği bir üçüncü kişi lehine yapılan sözleşmedir. Bir başka ifadeyle inanılanın yararının olmadığı sözleşmedir. İdare amacıyla yapılan devirler, saf inançlı işleme örnek gösterilebilir. Karma nitelikte inançlı işlemler ise inanılanın faydası daha çoktur. Teminat amaçlı inançlı işlemler buna örnek gösterilebilir.

İnançlı işlemin sonucunda inanılan, malın mülkiyetini kazanmaktadır, devir işleminden sonra mülkiyet hakkının sağladığı tüm yetkileri kullanma hakkına sahiptir. İnanç sözleşmesi ile malın kullanımı veya tasarrufu hakkında yeni malik için sınırlayıcı hükümler getirilebilir. Bununla birlikte, tarafların aralarındaki sınırlayıcı hükümlere rağmen yeni malikin yapacağı tasarruf işlemleri geçerlidir. Ancak inanç sözleşmesinin ihlali, borca aykırılık olarak nitelendirilebilir. İnançlı işlemle mülkiyeti devralan inanılanın, sözleşmeye aykırı davranışları karşısında inanan Türk Borçlar Kanunu m.112 çerçevesinde tazminat talep edebilecektir. İnanç sözleşmesi taraflar için bağlayıcı olup üçüncü kişi bakımından böyle bir etkiye sahip değildir.

İnançlı işlemle mülkiyeti devralan yeni malikin mülkiyeti bir üçüncü kişiye devretmesi halinde, mülkiyetin kazanılması için üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmadığı önem arz etmemektedir. Çünkü üçüncü kişinin mülkiyeti devraldığı kişi gerçek maliktir ve bir yolsuz tescilin varlığından da söz edilemez. Bu nedenle üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmadığına bakılmaksızın mülkiyeti kazanması mümkündür. Dolayısıyla inançlı işlemle mülkiyeti devreden inanan, üçüncü kişiye karşı inanç sözleşmesinden doğan haklarını ileri süremeyecektir.

İnançlı işlem sonucu mülkiyet, inanılana geçtiği için sözleşmenin konusu mal, inanılanın alacaklılarının yapacağı icra takibine veya inanılanın iflas etmesi halinde iflas masasındaki değerlere konu olabilecektir.

İnanç sözleşmesinin konusunun bir taşınmaz olması ve inanılanın taşınmazı inanana geri devretmekten kaçınması halinde inanan, tescile zorlama davası açabilir. Bu dava, borcun kaynağı inanç sözleşmesi olduğundan bir ayni hak davası olmayıp şahsi hak davası niteliğindedir.

Yargıtay Kararları

“Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasındaki satış işleminin tapuda 13.04.1992 tarihinde gerçekleşmesi, inançlı işleme konu belgenin satış işleminden sonra 09.02.1993 tarihinde düzenlenmesi karşısında, bu belgenin inanç sözleşmesi olarak kabul edilip edilemeyeceği, görülmekte olan davada ispat vasıtası olarak değer verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Bilindiği üzere, İnanç Sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

Anılan İnançları Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inanç sözleşmesi olarak anılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.

Öteki deyişle, İnanç Sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İnançları Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca “nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna” hükmedilmiştir.

İnançları Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İnançları Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir. (Ergun Özsunay, s.121; Gülay Öztürk, s.56)

Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen, akit tarihinden önceki tarih atılmak suretiyle geçerlik kazandırılması ve böylece aranan şekli niteliğin verildiğinin kabul edilmesine karşılık işlem tarihinden sonraki bir tarih atılması durumunda belgenin geçerli kabul edilmemesi hali çelişki doğurmaktadır.

Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı İşlemlerde inanan belirli bir amaç için taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış (temlik) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanması zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira, temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır.

Somut olaya gelince; dava konusu payın ilişkin bulunduğu 1090 parsel nolu taşınmazın tamamının, davacı adına kayıtlı iken, 13.04.1992 tarihinde satış gösterilerek davalıya devir edildiği, daha sonra taraflar arasında davada dayanılan inançlı işleme konu olan 09.02.1993 tanzim tarihli adi yazılı belgenin düzenlendiği, belgedeki imzaların taraflara ait olduğunun, 18.06.2008 tanzim tarihli Adli Tıp Kurumu raporu ile anlaşıldığı, belge içeriğinde aynen; “…Güvercinlik mevkiinde bulunan 3000 m2 miktarındaki tarlanın tamamını tapudan Mehmet Akgedik’e devir ettim. Tapuda bölme işlemi olmadığından dolayı bu işlem yapılmış olup, Mehmet Akgedik iş bu senet gereğince 700 m2 miktarındaki taşınmazın tapusunu ilerde Mehmet Çulcu’ya devir edecektir. Bunun dışında Mehmet Çulcu ile Mehmet Akgedik arasında herhangi bir alacak ve verecek mevzusu yoktur. Tapunun 700 m2 miktarının devir edilmemesi halinde ise işbu senet ve anlaşma gerekince Mehmet Çulcu o tarihteki tarlanın rayiç bedeli üzerinden bedelini almayı hak kazanmıştır…” yazdığı hususlarında ihtilaf bulunmamaktadır.

Her ne kadar söz konusu belge, işlem tarihinden sonraki bir tarihte düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığı dolayısı ile inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olmasının sonuca etkili olmayacağı ve hakkın elde edilmesini kısıtlamayacağı hususu yukarıda etraflıca açıklanmıştır.

İnançları Birleştirme Kararının başkaca kısıtlamalar veya şekil şartları öngördüğü sonucuna yorum yolu ile de ulaşılamayacağından söz konusu belgenin sözü edilen İnançları Birleştirme Kararına uygun bir ispat vasıtası olduğunun kabulü gerekmektedir.

Bununla birlikte yemin, ikrah, kabul ve yazılı delil başlangıcı gibi delillerin de işlem tarihinden sonraki bir tarihte ortaya çıkan deliller olmalarına rağmen ispat vasıtası olarak kullanılabilecekleri, istikrar kazanmış Yargıtay uygulamaları ile de sabit hale geldiğine göre olayımızda olduğu gibi tarafların imzasını içeren adi yazılı belgenin de düzenleme tarihine bakılmaksızın ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Ayrıca, söz konusu belge içeriğinin tarafların gerçek iradesini yansıttığı açıkça anlaşılmaktadır. Hukukun amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu hususu göz önünde tutulduğunda, tarafların gerçek iradesini yansıtan ve hiçbir hukuk normu veya hukuk normu yerine geçebilecek bir düzenleme ile açıkça yasaklanmayan bir konuda adalet ve hakkı, şekle kurban etmemek gerekmektedir.

Bununla birlikte, günlük hayatın bir parçası haline gelen ve hayatın her alanında toplumun her kesimi tarafından kullanılan inanç sözleşmesinin de önünü daraltıcı yorumlarla kapatmamak, tam tersine genişletici yorumlarla önünü açmak gerektiği de her kesin kabulündedir.

Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, taraflar arasında düzenlenmiş 09.02.1993 tanzim tarihli belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2010/14-394 E., 2010/395 K.)

“Somut olaya gelince; taraflar arasında inançlı işlemin varlığı sabittir. Taraflarca imzası inkar edilmeyen sözleşmeye göre, davacının davalıya ödemesi gereken borç miktarı ve ödeme tarihi de bellidir. Geçerli bir sözleşme ile ödeme tarihi ve miktar belirlendiğine göre ve geçerli sözleşmelerde denkleştirici adalet ilkesinin uygulanmayacağı da gözetildiğinde, mahkemece, denkleştirici adalet ilkesine göre yapılan hesaplama ile belirlenen miktarın depo edilmesi konusunda davacıya muhtıra gönderilmesi doğru değildir.” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2021/2312 E., 2021/6406 K.)

“05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.
Somut olaya gelince; davacı …’in şikayeti üzerine davalı … ve dava dışı kişiler hakkında yalan tanıklık suçundan başlatılan Bartın Cumhuriyet Başsavcılığının 2018/102 sayılı soruşturma dosyasında, davalı …’nin şüpheli sıfatıyla 11.01.2018 tarihinde kollukta verdiği ifadesinde “……’in bilgisi dahilinde …’e 700 TL ödedim. …’in ev ve arsasını tapuda kendi üzerime aldım. Daha sonra …’e 1998 yılının yılbaşına kadar parayı geri verirsen ben de ev ve arsanı sana geri devrederim dedim. Ancak … bana belirttiğim süre içerisinde parayı ödemedi. Ev ve arsa halen benim üzerimedir…” şeklinde beyanda bulunduğu anlaşılmakta olup, anılan bu beyanın İçtihadı Birleştirme Kararı’nın aradığı, inançlı işlemin ispatı niteliğinde olduğu tartışmasızdır.
Hal böyle olunca, davada ileri sürülen inançlı işlem iddiasının gerçekleşmiş olduğu kabul edilerek, TBK’nin 97. maddesi hükmü gözetilerek taraflar arasındaki alacak ve borç miktarının açıklığa kavuşturulması, borcun varlığının tespiti halinde, borç miktarının mahkeme veznesine depo edilmesi konusunda davacıya önel verilmesi, depo edilirse faiziyle birlikte davalıya ödenmesine hükmedilerek tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.”
(Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2021/1119 E.  ,  2021/5554 K.)

 

  • +90 216 807 00 09
  • info@icpartners.com.tr
  • Atatürk Mah. Ertuğrul Gazi Sk. Metropol İstanbul A Blok Apt. No:2E Kat 21 Daire 331 Ataşehir/İSTANBUL
  • Abdurrahmangazi Mahallesi, Alparslan Caddesi, Sinpaş Metrolife Sitesi F Blok Kat: 6 Daire: 73 Sancaktepe / İSTANBUL

Sosyal Medya